17 Şubat 2016 Çarşamba

Ne ilk ne de sonuncu patlama

Batıdayız ama bunu pek anlayamıyoruz. Yaşlılar artık şaşırmıyor, gençler ise öfkeli. Televizyonu açıyoruz, Twitter’dan faydalanıyoruz. Kan arayışlarını retweetliyoruz, Facebook’ta Cumhuriyet’in sitesinden haber paylaşıyoruz. Sevdiklerimize bir şey olmayınca rahatlıyoruz ama ölüm haberleri gecikmiyor. Protesto etmek için hashtag’ler açıyoruz, meydanlarda toplanıp korkma sönmez söylüyoruz. Balkonlarımıza gazetelerden çıkan bayrakları asıyoruz. Bazen herkes gibi biz de bulaşık yıkıyor, çamaşır asıyoruz, dizilerle kendimizi hipnotize ediyoruz. Sıradanken eski devletin büyüğü, malikanenin güzeli, zengin adamın güzel gözdesi oluyoruz.  Ama her şey hala çok kırılgan. Bir gün patlama sesi bizi günlük hayatımızdan uyandırıyor. Pencerelerden sis ve korlar akıyor, korkuyoruz, yakınlarımıza ulaşmaya çalışıyoruz. Yanlış yerde yanlış zamanda olmanın bedelini ödeyip ödemediklerini öğrenmeye çalışırken en kötü senaryoları aklımıza getiriyoruz. Sevgililerimize ulaşamıyoruz. Çocuklarımıza ulaşamıyoruz. Ailemize ulaşamıyoruz. Arkadaşlarımıza ulaşamıyoruz. Biz kendimizi çok farklı sanıyoruz ama doğuda da batıda da hayat, iki uçurumun ortasına konulmuş incecik bir ip ve biz cambaz değiliz.

10 Şubat 2016 Çarşamba

Büyüklere Masal: Glück

Hayalperest bir insan olmama rağmen nefret ettiğim 14 Şubat'a beş kala şirin mi şirin bir aşk filmine denk geldim, ama şirin derken bir The Notebook şirinliği değil yani, çok daha 'sınırda' ve tarihten uzak bir hikaye. Gerçekliğe uzak ama bir o kadar da yakın. Entelliğe başladığımı kanıtladığıma göre 2012 yapımı Glück'ü neden sevdiğimi anlatmaya başlayabilirim.

Beni filmi izlemeye ilk iten şey, geçtiği yer yani kişisel ütopyam olan Berlin oldu, ikincisi ise oyuncuları. Filmin esas kızı Irina'yı oynayan Alba Rohrwacher ve esas oğlanımız, sokak meleği Kalle rolündeki Vinzenz Kiefer (evet yakışıklıydı hadi linç edin), bana çok inandırıcı geldiler ve filmlere dikkat etmem zor olmasına rağmen beni pek konuşulmayan bu filme bağladılar. Sessiz ama film için önemli olan sahneler boyunca sonrası nasıl gelecek diye bekledim, filmin konusuYeşilçam seviyesine çok kolay inebilecek olmasına rağmen savaştan kaçıp Berlin'de kaçak olarak seks işçiliği yapan Irina ve sokaklarda köpeği Byron'la yaşayan punk Kalle'nin hikayesi çok değişik bir şekilde tatlıya bağlandı, muhtemelen sadece filmlerde olabilecek bir şekilde, ama bazen buna da ihtiyacı oluyor insanın. Bir önceki film eleştirimde Mustang'den sözederken filmin gerçekçilikten uzak olmasından şikayet etmiştim, ancak gerçekçilikten uzak olmak Glück için bir sorun değil, bir avantaj olmuş.

Glück sert gerçeklerle masalsılığı birbirine karıştırmış, romantik bir film, sevmeniz için mantıklı kısmınızı bir süre kapatmanız gerekiyor ki bir insanın, zorunda kaldığında sevgilisi için bir adamı ekmek kesiciyle keseceğine inanabilin. Eğer malum gün için romantik ama alışılmışın dışında bir film arıyorsanız, seks işçisi kızla punk oğlanın salıncakta sallanıp restoranların saksılarından laleler koparmasını, ve ballı ekmek yerken eskiden yaşadıklarını anımsamalarını izleyin. 

15 Ocak 2016 Cuma

Bir Mustang Eleştirisi

bu blog bundan sonra sadece film eleştirileri içerecek gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var
Fransa'nın Oscar adayı olduktan sonra Mustang'e bir bakayım dedim, ve açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Bu kadar güzel, bu kadar gerçek bir konu yönetmenin bakış açısı tarafından harcandığı için hayal kırıklığına uğradım. Filmden önce okuduğum birkaç eleştiriyi önyargılı bulmuştum ancak film bu eleştirileri sonuna kadar hakediyor. Eğer siz de yönetmen Deniz Gamze Ergüven gibi doğduğunuz ama yaşamadığınız, sadece duyduklarınızdan yola çıkarak bir senaryo yazarsanız, Oscar adaylığına giden ilk filminiz samimiyetten uzak, absürd ve vermesi gereken etkiye zerre yaklaşamayan bir film olabilir. Benim gibi film hakkında yazılanları okumayı sevenler farkedecektir, Mustang'i Batılılar ne kadar sevdiyse Türk kültüründe büyümüş insanlar o kadar beğenmedi, çünkü film Türkiye'de Türk oyuncularla çekilmesine rağmen Türk kültüründen uzak (bu bölümden sonrası spoiler içeriyor).

Film küçücük bir Karadeniz köyünde geçiyor ve kızların en az 10 senedir bu köyde babaanneleri ve amcalarıyla yaşadıklarını varsaymamız gerekiyor. Ancak köyde yaşamaları gereken bu kızlar İstanbul Türkçesiyle konuşuyor, komşularına "x hanım", onlara silah doğrultan amcaya "napıyorsun ya" diyorlar, köye geleli sanki 5 gün olmuş gibi davranıp ilk sahnede erkeklerle yüzüyorlar. Ege köyünde yaşamış biri olarak söylüyorum, orada bile dinden ayrı olarak bir muhafazakarlık vardır, kızlar ve erkekler arasında gruplaşmalar olur belli bir yaştan sonra, ki köyleri bir kenara bırakın, ben ve şehirli arkadaşlarım ortaokulda Kuşadası'na gittiğimizde havuza girmemiştik, erkekler ve hoca (evet o da erkek) giriyor diye. Bunlar marifet değil, hayatımızdan silinmesi gereken şeyler, ancak 2010lar Türkiyesinde kadınların baskılanmasını anlatan bir filmde olması gereken şeyler. Filmdeki detay eksiklikleri benim gözümde devleşti, Lale'yi oynayan kızcağız dışında hiç kimsenin doğru düzgün oynayamamasını da ekleyince koskoca Oscar adayı film benim gözümde paçavraya döndü.

Yönetmenin amacı bir belgesel çekmek değil tabii ki ancak zorlama Gezi göndermeleri (tabii ki olacaktı,tutucu bir köy evi Gezi mesajsız olur mu!) ve yerinde bulduğum televizyon sahneleri (kadınların pür dikkat dizi izlemesi, erkeklerin maç izlemesi, Bülent Arınç ve Tayyip Erdoğan'ın konuşmalarının arka planda duyulduğu sahneler) dışında filmin Türkiye'de çekildiğini hissettiren birşey yok. Zorla ev hanımı yapmaya çalışılan kızlardan biri de ben olmama rağmen film bana Nikaragua'da çekilmiş gibi duruyor, belki Türkiye'nin kırsalı da yönetmene Nikaragua kadar uzak olduğu içindir. Mustang'in başarısını ilk duyduğumda çok gururlanmış ve sevinmiştim, ancak filmi izledikten sonra çok üzüldüm çünkü film bu başarısını hak etmiyor, Fransız bakış açısıyla Türkiye'de, Türkçe film çekilmiyor, oryantalist ve yapay olunuyor.

Lale rolündeki Güneş Nezihe Şensoy'un hatrına 6\10. Umarım Oscar'ı hakeden bir film alır, bu turist balonu değil.