12 Kasım 2017 Pazar

erasmus günlükleri 7: berlin çocuğuyum her yerde si

5 ayımı Doğu Almanya'nın en tırt şehrinde, bir Yozgat'ında bir Kırıkkale'sinde geçirdim, canım ülkeme saygımla geldim, post-erasmus sonrası depresyonumsu bile geçirdim, herkese de görgüsüz gibi anlattım (zavallı blog okuyucularım hariç kdhdkdjd, nolur vurmayın gerizekalı olduğumun ben de farkındayım) ve geriye baktığımda en çok özlediğim yer Berlin. Bu yazıya "seyahat yazısı" etiketini koyarken bile garipsedim, çünkü ben çoktan Berlin'i benimsemiştim, genelde büyük umutlar beslediğiniz bir yeri/kişiyi/kurumu/kuruluşu görünce hayal kırıklığınız da o kadar büyük olur ya, bende öyle olmadı. Sokak köpeğini severcesine, ben sidik kokan metro istasyonlarını, bazen çarşaf suratlı bazen snob ama genelde hipster yerlilerini, havanın genelde nemli ve yağmurlu yani çok afedersiniz sik gibi oluşunu da sevdim. Kabul ediyorum getto yerlerine çok girmedim, genelde Kreuzberg, Mitte ve Neukölln civarlarında takıldım, ama bilen bilir oraları güzel yapan da altkültürdür zaten, Berlin'in mimarisi mahvedilmiş ve ikiye bölünmüştür çünkü, güzel yüzünde kocaman bir yara izi olan, sadece siyah giyinen ve sürekli sigara içen dağınık saçlı androjen bir tiptir Berlin, soğuk görünür ama seni içine çeker. Yani en azından benim durumumda öyle oldu, yoksa Erasmus'u beraber yaptığım hiç kimse (DEVRELERİM DİYESİM GELİYOR SKDJDKDFJDK) Berlin'i beğenmedi, çoğunluk overrated buldu, benim ise gözlerimden kalpler fışkırıyordu, Münihli güzeller bana dalga geçen Umut Sarıkaya karikatürleri atıyordu, İzmir bana düşmandı Berlin sevdiğim için, ama ben vurulmuştum bir kere.

Türkçe isimli davetiye mağazasının yanındaki pubda lezbiyen partisi olmasına vurulmuştum. Batı ve doğunun arasına gecekondu diken ve 90 yaşındaki turla gelen ziyaretçilerini selamlayan Yozgatlı amcaya, onu kucaklayan bohemlere, hippilere, ibnelere ve punklara. Herkesin göründüğü gibi olmasına. Chanel mağazasının üstündeki balkondan bakarken ben gülümseyince geri gülümseyen tezgahtar ablaya, ve o mağazanın bulunduğu en ciks yerde lgbti yürüyüşü olmasına. Bangır bangır, utançtan yoksun ama vicdanına sarılarak Berlin caddelerinden geçmeye, fotoğraf çekenleri selamlamaya, yağmurun altında sırılsıklam olup akıllanmayıp hemen o gece terliklerini ödünç veren Brezilyalı kıza sonsuz teşekkür ederek dışarı çıkmak. Her şehrin gece güzel olması ama Berlin'in apayrı güzel olması, parlaması. Herkesin eğlenmesi, dans etmesi, sarhoş olması ama taciz ya da daha kötüsünün olmaması ya da başıma gelmemesi diyeyim, bir de gariptir ki çevremden Berlin'de hırsızlık olayı çok duydum ama benim başıma kendi hatam sonucu çantamı otobüste unutmam dışında hiç bir şey gelmedi, o da şehirlerarası otobüstü zaten.

Bu 5 ay boyunca 4 kere Berlin'e gittim, bir kere de Prag'a ya da Krakow'a gidebilirdim ama oralara sonra gidebilirmişim gibi geldi, bir de ilk gidişim dışında genelde alt kültür için gittim, yani gece hayatı, itlik serserilik dkfjdkfk Kaldığım şehre Berlin'den gittim zaten, sonra bir daha oy vermeye gittim ve beleş yürüyüş turuna katıldım (Alternative Berlin diye gugıllayan bulur), orada Kreuzberg'in meydanı denilebilecek, SO36'nın olduğu caddeyi hayatımda ilk defa gördüm ve kendimi evde hissettim. O gün dönüş otobüsünü kaçırdım, sonraki otobüs 4 saat sonraydı, ağladım, nerenin malı olduğumu sorguladım, komikti ama utanmadım bundan. İkinci gidişimde Almanya'nın kuzeyinde Erasmus yapan arkadaşlarımla buluşup bir hostel odası tuttuk ve şansımıza o gün ayın son cumartesisiydi, yani SO36'nın ikonik Gayhane gecesiydi. Giyindik süslendik ve mekana bir girdik, Serdar Ortaç çalıyordu! Gecenin müziği zaten Türkçe, Arapça, Yunanca, Bulgarca trash pop'tu ve ben de bilerek ve isteyerek gitmiştim ama Avrupa'nın ortasında 2000ler Türkçe pop duymak yine de garip kaçtı, arkadaşlarımdan birinin oda arkadaşı zavallı Koreli kız hayatının en büyük şoklarından birini yaşadı, ben hayatımda ilk defa gece 3'e kadar bir mekanda kaldım, sonra bu rekorumun üstüne de çıkacaktım ve bu yine Berlin'de olacaktı skfhdj Ertesi gün 1 Mayıs'tı ve arkadaşlarım sabahtan yola çıkmışlardı benim ise öğleye kadar zamanım vardı, ben de Doğu Almanya Müzesi'nin yolunu tuttum ve çok eğlendim, bu yazının seyahat tavsiyesi de bu olsun. Doğu Almanya Müzesi'ne gidin, o asansöre binin, Ikea mağazası gibiydi mübarek... Çantamı şehirlerarası otobüste unutarak dev bir mallığa imza attıktan bir hafta sonra Berlin'in en ünlü gay kulüplerinden birinde Eurovision yayını yapılacaktı ve Erasmus devrelerimden biri (kdhfkdhfjkdjkkf) de Eurovision hayranı çıkmıştı, yemekhanede planlar yapıldı ve bir gün içerisinde biletten kalacak yere her şeyi ayarlamıştık, ilk kez kendi gözlerimle bir drag queen gördüm, yanında twink sevgilisiyle gelmiş İsveçli bir dayıyla ve septum piercingli bir adamla kanka oldum. En son Christopher Street Day yani lgbti yürüyüşü için gittim, bombok geçen bir sınav sonrası önce aynı hostel odasında kaldığımız rockstar tribindeki Amerikalıyla, sonra son anda varlığını öğrendiğim lezbiyen partisindeki şirin butch Avusturalyalı ablayla tanıştım, çok hoşsohbet insanlardı ikisi de. Olaysız geçen bir cumadan sonra donuma kadar ıslandığım yürüyüş günü, ve hayatımın en değişik gecesi. Daha önce gitmediğim daha alternatif/goth bir kulübe gitmeyi tercih ettim, pantolonum ıslandığı için eşofman altıyla gittim, ayaklarımda hostel odasında o gün tanıştığım Brezilyalı kızın ödünç verdiği flip floplar, makyaj çantamı kaybettim makyaj yapamıyorum of rezillik dkhfkdjdk Ama bünye ergen, delikanlı, sefayı anca burada sürebilir, durdu mu, durmadı. Gittim kulübe, e hormonlar da var tabii insanlar da güzel, kaynaşma çalışmaları başladı hafiften. 180 boylarında, bebek suratlı, sarı uzun saçlı bir herife yaklaştım, o da bir şey demedi, ilk başta 30 yaşında sonrasında ise gay olduğunu öğrendim, tekrar nerenin malı olduğumu sorguladıktan sonra konuşmaya devam ettik. Yediği dayaktan dolayı burnunun plastik olduğunu, Prag doğumlu olduğunu ama dağlardaki kulübeyi şehire tercih ettiğini, dj olmasının yanısıra resim yaptığını, aşık olmak istediğini ama fazla hassas olduğunu anlattı bana, onu olmayan evime götürüp iyice sarhoş olup dertleşirken yerde sızmak istedim. Hostele döndüğümde gün ağarmıştı. Prag'a gitme planlarım suya düşmüştü, onu bir daha göremedim ama yaşıyla orantısız yüzünü ve çirkin dünyaya meydan okuyan bebek kalbini aklıma kazıdım, onun için en iyisini diledim ve yine yol gözüktü...

Oradayken kaldığım yere Berlin'den gelip gittiğini öğrendiğim biricik hocama sormuştum, Berlin'de yüksek lisans yapma durumum ve şansım olur mu diye, üniversitelerin çok seçici olmadığını, kaldığım yerden daha pahalı olacağını (tabii ki) ama istiyorsam denemem gerektiğini söyledi. Dediklerini kulak arkası etmedim, daha bir sene var mezun olmama ama üniversiteyi de yüksek lisans yapacağım alanı da buldum, bir şeyi çok istediğimde o şey gerçeküstü değilse kendimi otobanda saatte 200 kilometreyle giderek şartlarım, çarparsam öleceğim kesinmiş gibi, öyle oldu şu an. Şartladım kendimi, notlarıma ve kendime odaklanıyorum, tek başıma yaşayacağım küçük apartman dairesinin, sahipleneceğim köpek Bo'nun, seveceğim insanların ve özgürlüğün hayalini kurarak yaşıyorum. Çok uzun ve resimsiz mesimsiz saçma sapan bir yazı oldu, kesinlikle çok geç yazıldı, lütfen beni affedin, ve hayallere inanın çünkü gerçek olmaya o kadar da uzak değildirler.

11 Kasım 2017 Cumartesi

erasmus günlükleri 6: amsterDAMN KAPANIŞ

beni takip eden 5 kişiye özür editi: bu yazıyı ikincisiyle aynı gün yazmıştım ama tamamlayamadım, sonra erasmus bitti ben de bittim zaten, ama hepsini yazıcam söz yapıcam bunu dkhfjkd 

Gece hostele giden otobüsü kaçırmamak için verilen özel uğraş, aşırı yakışıklı uzun beyler, cepte kalan para miktarının giderek azalması falan feşmekan derken 3 günlük Amsterdam gezimde sona yaklaşıyorduk ve ben hala müzeleri tavaf etmemiş, Vincent'çiğimin eteğine yüz sürmemiştim, iamsterdam kartına 70 küsür euroyu boşu boşuna mı vermiştim????? Pazartesi sabahın köründe uyandım, en rahat kıyafetlerimi giydim, hostelde ücretsiz kahvaltı yaptıktan (hostelin en iyi tarafı buydu) sonra merkeze giden tramvaya atladım ve kendime çizdiğim rotanın ilk adresi olan Van Gogh Müzesi'ne vardım, bu 3 partlık dev yazı serisinde işinize yarayacak sayılı cümlelerden biri geliyor şimdi, Van Gogh Müzesi genelde modern sanat eserlerinin sergilendiği Stedelijk ve Amsterdam'ın devasa sanat müzesi Rijksmuseum'a yürüme mesafesinde, yani sanata meraklıysanız Van Gogh veya Stedelijk Müzesi'nden (ikisi yanyana) başlayarak oradan Rijksmuseum'a devam etmeniz yerinde olacaktır. Van Gogh müzesinde karta rağmen sıra bekledim, belki de her gezi sitesinde SABAH 9-10 GİBİ GİDİN yazdığı için olabilir skdjdk müzede inanılmaz bir düzen vardı ve çalışanlar çok güler yüzlüydü, tablete benzeyen audiobook'umu aldım ve başladım gezmeye. Çok kalabalıktı müze ama herşeye rağmen eğlenceliydi, bazı tabloların yanında restorasyon sürecini gösteren interaktif tabletler de vardı, müzedeki çocuklarla onları kullanmak için kapıştık dkfhdkf gezdikçe Vincent'a (amcamın oğluymuşçasına ilk ismiyle hitap etmem jhfkd) olan aşkım kabardı, dinle sanat arasında kurduğu bağlantıya, ailesine özellikle erkek kardeşine verdiği öneme ve önyargılardan uzak bir hayat sürmesine bayıldım, ölüm şekline çok çok çok çok üzüldüm, bir de Yıldızlı Gece'yi göremememe... bu arada tabloyu sorunca aq kültürsüzü dercesine gülümseyerek "o New York'ta yaa" diyen müze görevlisi abi, kalbimdesin... Bir saat filan sürdü ilk müze gezim, sonrasında karşıdaki marketten aldığım ama soğanlı olduğunu bilmediğim tartı tıkındım ve ağız kokum için tüm Amsterdam halkından özür dileyerek cumartesi tanıştığım liseli oğlanın tavsiyesi üzerine Stedelijk'ın yolunu tuttum, orası da karta dahildi, iyi ki de tutmuşum.
 






işte o peluş
Müzede genelde modern sanat eserlerine rastladım, aklımda en çok kalanlar Rineke Dijkstra'nın genç insanları çok basit ancak çok göz alıcı bir şekilde fotoğrafladığı sergi ve Nalini Malani'in Transagressions kısmına ayrılmış bölümdü, özellikle Dijkstra'nın hazırladığı bir video\kısa filmin beyaz peluş halılı, ayakkabısız giremediğiniz bir salonda oynatılması çok güzel bir mola oldu benim için, neden buna ağırlık verdim ben de anlamadım ama güzel bir detaydı dlkfdkfj peluş çok rahattı skfdc Stedelijk devasa bir müze ama keşfetmesi çok eğlenceliydi, tek sıkıntım zamanımın az olmasıydı, gezmek istediğim bir sürü yer vardı ama öğleden sonra olmuştu bile, ben de Rijksmuseum'un yolunu tuttum, kart indirimli giriş fiyatının 15 euro olduğunu bilmeden... Ha buna değer miydi,  Rönesans'tan bugüne devasa bir koleksiyonu olan bir müze, tabii ki değerdi! Rembrandt'ın Night Watch'ını kendi gözlerimle gördüm, Night Watch'ı izleyen binlerce turistle de olsa gördüm, bir de eserlerin yanında yamacında audiobook alamayan fakirler için bakıp sonradan yerine geri koyabileceğiniz açıklayıcı karton tablolar vardı, onları da okuya okuya gittiğim için 10 küsür müze gezme planım suya düştü, Rijksmuseum'dan çıktığımda yetişebileceğim tek yer önünde lokma dağıtıyolarmışçasına bir kuyruk olan Anne Frank'in eviydi, karta dahil değildi ama gözden çıkardım ve iyi ki de çıkarmışım, çünkü tur sonrası ağlamamak için kendimi zor tuttum, önyargısızlığın önemini anladım, dayak yemiş gibiydim hostele dönüş yolunda. Gece için planım yoktu, sözde hostelde uyuyacaktım ve 9 saatlik geri dönüş yolculuğu için enerji toplayacaktım, zaten yarın erken kalkmam gerekiyordu... O sırada Erasmus yapmakta olan üniversitedeki en yakın arkadaşımın da Amsterdam'da olduğunu gece 11 gibi öğrendim ve o saatte ne bok yemeye bilmiyorum ama onların kaldığı Red Light District'teki hostele gittim. Sonrasında gece otobüsünü kaçırdım, panikledim, taksiye de para vermek istemedim ama yapacak bir şey yoktu, ertesi sabah geldiğimden beri ilk defa hava kötüleşti, ben de hostelin oradaki şok'umsu alışveriş merkezinden aldığım piskivitleri tıkına tıkına ostdoyçland canı beni'nin yolunu tuttum.